Galatasaray Lisesi'ni İlk Ziyareti
1930 yılında dünyanın ve Türkiye'nin, siyasal ve toplumsal konjonktürü
oldukça hareketlidir. ****** 18 Kasım'da bir yurt gezisine çıkar ve
İstanbul'a döndükten sonra bazı okulları ziyaret ve teftiş eder.
Devletin resmi yayın organı Ayın Tarihi mecmuası bu olayı şöyle anlatır
(cilt 23-24, sayı 79-81, sayfa 6630-6631):
"3.12.1930; Reisicumhur Gazi Hz. saat ikide otomobille saraydan hareket
ederek sıra ile Harp Akademisi, Mülkiye ve Harbiye
Mekteplerini...buradan Galatasaray Lisesi'ni teşrif ettiler.(...)
Galatasaray Lisesi'nde kütüphanenin hatıra defterini imzaladılar. Daha
sonra müdür odasında bir müddet oturarak mektebin vaziyeti umumiyesi ve
talebenin durumu hakkında konuştular. İmla, resim ve lisan derslerinde
bulundular, mektep müdüründen uzun uzadıya izahat aldılar..."
Şimdi devlet arşivlerinden edinilen bu kuru ve nesnel bilgilerin yanına
çağdaş yazınımızın öykücülüğünün ve tiyatro yazarlığının bir klasiği
olan, benzersiz kurgu işçiliğinin yanı sıra edebiyatımıza 'humour'
denilen ince alayı ve gözlem gücünü de kazandıran ve bir Galatasaraylı
olan ustanın kalemine, Haldun Taner'in gözlemlerine başvuralım ve bu
ziyareti bir kez de onun anlatısından dinleyelim:
Şarklıların Efsaneye Düşkünlüğü
"Ya sekizde ya dokuzda idik. Demek ki otuz, otuz bire rastlıyor.
Mektepte bir telaş, bir kıyamet. Taş tablolar boyanıyor, yıkık yerler
sıvanıyor. Meğer Gazi Paşa gelecekmiş. İdare her sınıfa Afet Hanımın,
baskısı henüz bitmemiş Yurt Bilgisi kitabından üçer nüsha dağıttı.
Talebeler kımlanıyor: 'Ah bir bizim sınıfa girse.' Hocalar başka gûna:
'Allah vere bizimkine girmese.' (...) ******'e bakıyorum, resimlerinde
sık sık gördüğümüz pozlarından birinde: Sol elinin iki parmağını üst
yelek cebine takmış, başı hafif öne eğik, çatık kaşları ve o meşhur
bakışıyla gözünün üstünden müdüre bakarak anlattıklarını dinliyor. Biz
Şarklılar neden ille her şeyi büyütüp efsaneleştiririz. Aklı başında
insanlardan duymuştum: 'Bakılamıyor efendim,' diyorlardı. 'İmkânı yok
gözlerine bakılamıyor. Çenesine kadar hadi neyse ne ama, başınızı daha
yukarı kaldırdınız mı, gözleriniz iki kuvvetli projektörle karşılaşmış
gibi kamaşıyor, çarpılıp sersemliyor, bir şeyler oluyorsunuz.' Ben bunu
duydum ya, şimdi korkudan başımı kaldırıp da yüzüne bakamıyorum. Bütün
görebildiğim: Saatinin kösteği, yeleği, sol elinin yelek cebine dalmış
iki parmağı, kolalı devrik yakası, hadi bilemediniz biraz da çenesinin
ucu...Hepsi bu kadar. Ama çocukluk işte, şeytan dürttü. Ya herrü ya
merrü deyip birden daha yukarı bakıverdim. A, ne kamaşma ne çarpılma,
işte pekala bakılabiliyordu. Hatta müdür de bakabiliyordu. Hoca da
bakabiliyordu.
Bu Gözlerden Hiçbir Şey Kaçmaz
Gerçi projektör, şimşek filan edebiyat ama, şunu söylemeli ki, bu bakış
pek öyle herkesin bakışına da benzemiyordu. Bu gözler bir yere bakıyor
ama baktığı şeyden çok daha gerileri çok daha derinleri görüyor gibi
idiler. O gün, orada, onun karşısında çocuk kafamın koyduğu ilk teşhis
şu oldu: Bu gözlerden hiçbir şey kaçmaz arkadaşlar. Bu adam
kandırılamaz, aldatılamaz. Bu adam mugalataya, laf cambazlığına pabuç
bırakmaz. Bu adam, bilmek için öğrenmiş olmaya ihtiyacı olmayan,
bildiğini bilen, bilmediğini de şıp diye sezen bambaşka bir
insandır(...) ****** mektepten ayrılmak üzere iken paydos trampeti
çaldığından hepimiz bahçeye boşandık. Rahmetli, maiyetindeki mutat
zevata bir şeyler söyledikten sonra talebe kalabalığının ortasına
dalıverdi. O, tek başına, ortamızda, maiyetindeki zevat ise geride, çok
geride, mektebin iki kanadı da açılmış cümle kapısına doğru yürümeğe
başladık. ******, yüzünü daha iyi görebilmek için yengeç gibi yampiri
yampiri hatta gerisin geri yürüyen bir sürü çocuğun arasında, iki eli
ceketinin iki yan cebinde, gururlu ve gülümser ilerliyordu. Büyük
kapının önüne binlerce meraklı birikmişti. El ele vermiş polisler
kaldırımlardan taşan halk kitlesini zor zaptediyorlardı. Karşı
apartmanların her bir penceresinde ben diyeyim, on, siz deyin yirmi
baş. ****** görününce bir alkış koptu. Aklımıza gelmiş gibi biz de
onlara uyduk. ****** bu alkışlar arasında otomobiline bindi (...)
Akşam, etütte yoklama yapılınca, o kargaşalıkta iki açıkgöz
arkadaşımızın neharilere karışıp mektepten kaçtıkları anlaşıldı. Geçmiş
zaman, kendilerine idarece bir ceza verildi mi idi, pek hatırlamıyorum.
Galiba, bu tarihi günün yüzüsuyu hürmetine, Beyoğlu'nda sürtüp
durdukları yanlarına kâr kaldı idi. E, artık o kadar da olmasın mı?"